”Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar, havada kanatlarını açarak süzülen kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Hepsi duasını ve tesbihini bilmekte, Allah da onların bütün yaptıklarını bilmektedir.” (Nur S. 41)
Süzülerek uçarken alabildiğine özgürlüğü yaşayan kuşlara özenen Hezarfen Ahmet Çelebi’nin serin rüzgârla süzülmesiyle uçma eyleminde insanoğlu da anılır olmuştur.
Kültürümüzde eski tarihlerden bu yana destanlar, masallar ve mitolojik resimlerde kuş tasviriyle karşılaşırız. Selçuklu figürlerinde sık kullanılan kuş, Osmanlının çinilerinde, minyatürlerinde, geleneksel halı sanatında harikulade işlenmiştir. Rengârenk tavus kuşları, ağaçkakanlar, saksağanlar, avcı ve efsane kuşlar resimlerde ve hat sanatımızda yer almıştır kuşlar. Mevleviler leyleğin çeşitli resimlerini yapmanın yanı sıra yazımlarında leylek biçimini icra etmişler, mesela besmeleyi leylek şeklinde yazmışlardır.
Bu kuşlardan aklıma ilk gelen Simurg’tur. Diğer adı ile Zümrüdüanka olan küllerinden yeniden doğan, Kaf Dağı’nda yaşayan ölümsüz şiir kuşuyla Türkiye Yazarlar Birliği’nin tertiplediği Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenlerinde tanışmıştık. Üzerinden uçtuğu kimselere zenginlik ve mutluluk getirdiğine inanılan, yemyeşil kanatları olan, türkülerimizin değişmez objesi ‘Hüma’ kuşuyla samimiyet kuramadık.
Pembeye çalan açık kahverengi gövdesi, kanatları ve kuyruğu siyah-beyaz alacalı, yuvasını ağaç kovukları, duvar delikleri ve kaya oyuklarına yapan, çıkardığı ses ve tepesindeki sorguç şeklinde renkli tüylerle de isimlendirilen Hz. Süleyman’ın Saba kraliçesi Belkıs’a yazdığı mektubu taşıyan ‘hüdhüd’ le tanışıklığımızdan söz edelim.
Tevrat’ta etinin yenilmesinin yasaklandığını, Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Süleyman’ın vasıfları sıralanırken kendisine kuşdilinin öğretildiğini, cinler, insanlar ve kuşlara hükmettiği konularını duymuşsunuzdur.
Bir sefer esnasında ordularıyla birlikte karınca vadisine gelen Hz. Süleyman kuşları gözden geçirir ve hüdhüdün orada olmadığını anlar. Sebebini sorarak eğer mazereti varsa bunu ispat etmesini, yoksa canını yakacağını veya kafasını koparacağını belirtir. Çok geçmeden hüdhüd gelip Hz. Süleyman’a onun bilmediği Saba ülkesinden haber getirdiğini, bu ülkeyi bir kadının yönettiğini söyler ve onların inançları hakkında bilgi verir. Bunun üzerine Hz. Süleyman hüdhüde bir mektup vererek Saba’ya götürmesini ve oradaki yöneticilerin nasıl bir karar alacaklarını öğrenmesini ister. Mektubu okuyan Saba melikesi, adamlarıyla istişare sonrası Hz. Süleyman’a bazı hediyeler göndermeye karar verir.
İslâmî literatür bilgilerinde Hz. Süleyman’ın Beytülmakdis’in yapımını tamamladıktan sonra insan, cin, şeytan, kuş ve vahşi hayvanlardan bir ordu toplayarak önce Mescid-i Harâm’a, oradan da Yemen’e gitmek üzere yola çıktığında su sıkıntısının baş gösterdiğinden toprağın altındaki suyu görebilme gücüne sahip olan, bu sebeple de Hz. Süleyman’a su bulmada rehberlik eden hüdhüd arandığı, kuşun konaklama işlerinde de kullanıldığına dair rivayetler bulunmaktadır.
Toprağın altındaki suyu görmesi, eşine bağlılığından eşi öldüğünde yeni bir eş aramaması, annesi öldüğünde bir yer buluncaya kadar onu başında taşıdığı için mükâfat olarak tepelikle donatıldığı rivayet olarak zikredilmektedir.
İbn Abbas’(r.a) ın naklettiğine göre Resûlullah (sav) hüdhüd, göçeğen kuşu, karınca ve arının öldürülmesini yasaklamıştır. Hüdhüd ile ilgili yasaklamanın sebebi olarak Hz. Süleyman’a su bulması ve elçilik görevi yapması gösterilir.
Edebiyatımızda anne ve babasına gösterdiği saygıdan dolayı hüdhüd semboldür. Ferîdüddîn-i Attâr’ın Manṭıḳu’ṭ-ṭayr adlı tasavvufî mesnevisi bu anlamda önemlidir. Kendilerine bir hükümdar seçmek için toplanan kuşlara hüdhüd kılavuzluk ederek Kafdağı’nda simurgu aramaya çıkarlar. Sonunda hüdhüdle beraber otuz kuş simurga ulaşır. Hikâyede hüdhüd başında hakikat tacı taşıyan bir kuş olarak gösterilmiştir. Kuşların yolculuğu ise ruhun Allah’ı arayışının mistik seferini sembolize eden hikâye İran ve Türk edebiyatlarında defalarca işlenmiştir.
Tasavvufî anlamı dışında hüdhüd, İran edebiyatında daha çok sevgiliden haber getiren bir kuş olarak yer alır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bir hikâyesinde yer altındaki suları görmesiyle zikredilen hüdhüd, Manṭıḳu’ṭ-tayr’da kılavuz kuş yani mürşit özelliğiyle Türk edebiyatında da işlenmiştir. Mesneviler dışındaki divan şiiri örneklerinde hüdhüd mazmun, mesel veya motif olarak yer almıştır. Bunların pek çoğunda Kur’an-ı Kerîm’deki Süleyman kıssasına işaret edilir.
“Ey nâme sen ol mehlikâdan mı gelirsin / Ey hüdhüd-i ümmîd Sabâ’dan mı gelirsin” beytinde Nabî, hüdhüdü haberci olarak ele almıştır. Sünbülzâde Vehbî de İran’a elçilik göreviyle gidişini anlattığı bir beytinde, “Reh-i yeksâleye mânend-i hüdhüd eyledim pervâz / Süleymân-ı zamanın nâmesiyle namdarâne” diyerek aynı hususa işaret etmiştir. Hüdhüd, Nedîm’in belirttiği gibi bazan da herkesin göremediği şeye nüfuz etmenin mazmunu olur: “Hüdhüd gibi bînâ gerek onu arayanlar / Virânede bûm olmağıla genç bulunmaz.”
Kuşlarla güzel dostluklar kuran ecdadımız ise kuşları koruyup gözeten vakıflar kurmuş, onlara barınacakları evler yapmışlardır. Hatta sadece evler de değil, köşkler, saraylar inşa etmişlerdir ki, Evliya Çelebi İstanbul’da kurulan kuş pazarlarına haftada bir giderek kafesteki kuşları satın alır, bunları orada uçurup özgürlüklerine kavuşturan insanları anlatmaktadır.
Güzel sıfatları ile “cennet kuşu”, “melek” gibi tabirler edinen kuşlar, çoğu zaman efsanelerin başrolü, kutsiyetin ince ifadesi olan kuşları çok sevdiğimden çocukluk günlerimde kuşçular kahvesinin penceresinden yerden bir metre yükseklikte takla atan güvercinleri seyrederdim. Kuş besleyen arkadaşlarımın ev çatılarında koşturmalarından eğitimlerini bıraktıklarını bilen annem ve babamın korkusundan eve kuş getiremezdim.
Yorum Yap